YAŞAMIN KÜLLERİ
Bir kuzgun
havalandı. Kara şehrin kuzey taraflarında, sık ve eski bir ağaçlık bölgenin en
derinlerinde, bu nemli ve ferah havayı içime çekiyorum. Saat çok erken, güneş
ağaçların zarif yapraklarını kibarca aralayıp geniş çizgili gövdeleri yalıyor.
Kapkara renklerde, eski hikayelerin unutulmuş sırlarını taşıyan kuzgunlar
dallara dizi dizi sıralanmışlar. Büyük bir merakla beni izliyorlar. Evim buraya
çok yakın, sık sık ağaçların içinde, kuzgunların sinsi bakışları altında
yürüyüşlere çıkıp kim bilir ne zaman vakıf olabileceğim ender fikirleri
keşfetmeyi amaçlıyorum. Son günlerde ziyaretlerim sıklaştı. İçeride, aceleyle
akan bir derenin gerisinde, koskoca ağızlı bir mağaranın bile çok çok ötesinde
bir kulübede yaşayan orta yaşlı ve bana oldukça enteresan gelen o adamla hoşbeş
etmekten tarifi epey zor bir haz duyuyorum.
Bu sabah yine
görüştüm onunla. Karşılaşmalarımız hiçbir zaman planlı gerçekleşmiyor. Sadece
dışarıya attığım yavaş adımlar beni eninde sonunda birçok kuş cıvıltısının ve
böcek vızıltılarının eşliğinde, sabah güneşinin içimi ısıtan latif
dokunuşlarıyla hep o kulübenin civarına getiriyor. Çok sık sabah yürüyüşleri
yapmam, hatta gün boyu aylaklık ederim, fakat bu adamı tanıma isteği bende
nereden geldiği belirsiz, yere göğe sığmayan bir coşku, bastırılamaz bir enerji
doğurdu. Rakım epey yüksek, sabahın ilk ışıklarında ruhu titreten bir rüzgar
esiyor ve ben ileride, göğü bir kılıç gibi delen bembeyaz dağlara bakarak
suyumu içiyorum. Kim bilir zirvelerde ne gibi sırlar ve soğuğun altında ne gibi
bilinmezler yatıyor, diye düşünüyorum.
Onun
kulübesine ne zaman yaklaşsam, kendisini bir iş ile meşgul buluyorum. Kimi
zaman bir ateşi körükleyip, kızgın korların üzerinden yükselen kıvılcımların
arkasında, güçlü ve isabetli vuruşlar yaptığını görüyorum çeliğe. Örs ile çekiç
arasında gerçekleşen her darbeden bir kıvılcım yükseliyor. Sanki insan zihninin
tüm güç timsallerini simgeleyen bir tasvire bakıyormuş gibi hissediyorum. Kimi
zaman ormanın derinliklerinden getirdiği dallarla kulübesindeki yaraları
onarıyor. Kimi zaman kudretli dağların yamaçlarından topladığı nefis kokulu
otları ateşin üzerinde kaynatıyor. Ama onu hiç otururken, aylaklık ederken ya
da kendisine bir şey katmayacak bir uğraşının peşinde bulmuyorum. Her hareketi
amaçlı ve yolu daha dünden belli sanki. Bu sabah ona,
"Niye burada yaşıyorsun?" diye sordum.
"Kendim için," dedi. Bu cevabını pek anlayamadım.
"Ama şehir merkezlerinde ya da oralara yakın
yerlerde de kendin için yaşayabilirsin," dedim.
Kütüğün üzerinde duran, çeliğin ve metalin türlü
alaşımlarından yarattığı ürünleri gösterdim.
"Bunlarla para kazanabilirsin."
Bir tebessüm gördüm yüzünde, ‘para kazanmak’ düşüncesi
onun ruhunda bir şeyleri harekete geçiren bir ateşleyiciydi belli ki. Ama o
gülümseme hemen yok oldu.
"Hayır," dedi. "Orada, yüksek
gökdelenlerin ve iş hanlarının dünyasında, kendin için yaşayamazsın. Sürekli
bir pay isteyen çıkacaktır. Sürekli kendi varlığından ve üretim gücünden taviz
vermeni, feragat etmeni isteyenler çıkacaktır. Bu ortamda nasıl var
olabilirsin?"
“Başkaları için çalışmanın nesi yanlış?”
“Kendi sırtını kanayana kadar kırbaçlamanın nesi
yanlış?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Üretimin amacı kâr yapmaktır. Kendin için çalıştığın
ve tasarımladığın her nesnede mükemmeli aramaktır.”
Eliyle
uzakları, puslu batı rüzgarının çok çok ötesinde kalan kara şehrin siluetini
gösterdi. “Orada bu imkansız,” dedi. “Kendin için yaptığın her şeyden, onu
yapamayan, başaramayanlar için de bir pay isteyecekler. Bunu silah zoruyla,
fiziksel şiddet tehdidiyle, kapına dayanan vergi memurlarıyla yapacaklar. İşte
kırbaç darbelerini meşru kılan budur. Yaşama azmini yok eden budur.”
Söylediği
şeylerde açık bir anlam vardı. Tavizsiz, ama'sız, reddi mümkün olmayan bir
özgürlük anlayışı. Ama yine de elindeki çekiçle örse darbeler indirirken,
kıpkırmızı çeliğe kendi aklıyla şekiller verirken ona baktım ve söylediği
şeylerin gerçekten de orada, şehirde bir şekilde var olduğunu ve toplum
tarafından kolayca kabullenildiğini fark ettim. Bu adı anılmamış gerçek, parmak
uçlarımdan aklımın en uzak kısımlarına kadar beni ürpertti. Hatta… Kalbimde
hiçbir zaman sorma zahmetine girişmediğim bir meçhuliyet belirdi.
“Ne uğruna?”
***
Bu sabah ona
“Çoğunluğun iyiliği ne demektir?” Diye sordum.
Baltasını bilerken bana cevap verdi;
“Azınlığın feda edilmesidir.”
“Azınlık nedir?”
“Bireydir.”
Bu söz çok
kesin bir cevaptı, başka açıklamaya ihtiyaç duymuyordum. Ama o, yine de hızlı
ve becerikli elleriyle işine devam ederken, sözlerine de devam etti.
“Genelin iyiliği demek, bireyin katlinin fermanı
demektir. Çoğunluğun çıkarları demek, bireyin çıkarlarının hiçe sayılması
demektir. ‘Çoğunluğun iyiliği için’ diye başlanan cümleler, vandallık ve yağma
için kurulacak korkunç düzenin rasyonalize edilmesidir. Yukarıda olması gereken
kişinin, çoğunluğun faydası uğruna aşağıya çekilmesidir. Nitekim çekildiği yer,
en derin çukur, yani çoğunluğun, kalabalığın bulunduğu yerdir.”
"Kalabalık
nedir?" Diye sordum bu kez.
O da,
"boşluk nedir?" Dedi gülümseyerek.
Pervazdaki
kuzgun kanat çırparak havalandı. Uçtuğu yere kapkara tüylerinden birkaçı düştü.
“Boşluk nedir?” diye tekrarladım içimden, gökyüzünde yitip giden kuzguna
bakarken. O tüyler, önümde çıtırdayan alevlerden dağılan küller gibiydi.
Hayatın, yaşamın külleriydi. Ona dönüp son bir şey daha sormak istedim.
“Yaşayanlar arasında en tehlikeli olan insan kimdir?”
Baltasını kaldırdı, keskin ağzını dikkatle inceleyip
bir kez kuvvetle üfledi.
“Başkalarının iyiliği adına hareket ettiğini iddia
eden insan.”
O zaman anlamaya başladım, “ben” sözcüğünün, o büyülü
kelimenin tüm dünyada niçin unutulduğunu. O zaman anladım, “ben” demenin
tarifsiz gücünü...
ONUR SAFLI
Yorumlar
Yorum Gönder