Hande İkbal Türedi'nin kaleminden bir öykü; GECE, ÖLÜM VE PAPATYA

 

GECE, ÖLÜM VE PAPATYA


Kalbindeki tüm hisleri aldığı yere bırakıp son bir kez baktı her şey yerli yerinde mi diye ama değildi. Ne onu ilk gördüğü günkü kalp ağrısı ne gözlerinin içine baktığında gördüğü o kuzey ışıklarını andıran renkler… Hiçbir şey olması gerektiği yerde değildi. Kalbindeki yarasının kabuğunu bile seven adam, şimdi kendi ruhunun oturma odasında bile kalamıyordu. Ne vakit hisleri ayaklarını uzatıp dinlenmek istese bir telaş sarmalı kendini içine çekiyordu. Biliyordu onun kendisini beklemediğini ve gelmeyeceğini. Ama yine de ya gönlünün kapısını çalar da bulamazsa diyeydi acelesi.


Bir azizeydi onun gözünde. Günahıyla sevabıyla bir azize… Ömrünün ilki, ellerinin terlemesi, sesinin titremesiydi o. Her yalnız sokağa çıkışında yanında yürüyen gölgesi, gece odasında yanan mumun titreyişi, kaldırım taşları arasındaki basmaya çekindiği çizgilerdi o. Onun hayatına bıraktığı her iz bir tezhip, bir minyatür güzelliğindeydi. Ama şimdi her şey çini bir vazonun yere düşüp parçalanması ve her bir parçanın göğsüne batması gibiydi. Hislerinin savunma hatlarını o denli indirmişti ki sevdiğine, bir gün onun gidişiyle tüm cephelerini kaybedeceğini tahmin bile edememişti ve yaraları bundandı.


Aşk iki kişilikti oysa. Biri olmayınca diğeri de olmuyordu onun nazarında. Şimdi ise onun gitmelerine âşıktı iki kişilik. En ön koltuktan izliyordu ömrünün kederini. Dizlerinin değil yüreğinin kanaması içini burkuyordu ve onun gidişine bile âşık olmalıydı hayatta kalabilmek için.


Onu düşününce kırmızı geliyordu aklına zira ölümün rengiydi kırmızı. Kan ve ateşin rengi… Ölümü siyahla adlandıranlar yanılıyordu. Yaşam siyahtı, çünkü siyah tüm renklerin toplamıydı. Oysa ölüm koyu kırmızı… Savaş, tehlike, güç, tutku, günah, aşk… Hepsinin rengiydi kırmızı ve hepsi tercihli bir ölüme götürüyordu kendini seçenleri.


Çocukken en sevdiği şeydi balonlar. Uçan balonları hem çok sever hem çok korkardı onlardan ya elimden kaçırırsam diye. Çünkü uçan balon hercaiydi. İnsanın boş bir anını bulur bulmaz terk ediyordu ellerini… Onun göğe yükselişi hem ona üzüntü hem umut verirdi gittiği yerde daha mutlu olacağına dair. Kendisi bu terk edilişten mutsuz olsa bile çok sevdiği balonu gitmek istiyorsa elinden ne gelirdi ki… Onu bir yere bağlayıp günden güne havasının inişini ve kendini tüketişini izlemektense istediğinde gitmesi daha doğruydu belki de. Şimdi ise sevdiğinin ardından yüzlerce kırmızı balon saldı gökyüzüne. Her biri kan kırmızı ve her birinin ona ulaşması dileğiyle. Sevdiğinin gidişi bir balonun göğü özleyişi gibiydi. Tam ucundan en sıkı sıkı tuttuğunu zannettiği bir anda ansızın gitmişti ve eğer o gittiği yerde mutlu olacaksa kederlense de içi bunu kabul etmeliydi. Zira günden güne soluşunu izleyemezdi.


Ve en çok papatyaları severdi kırlarda. Onların doğal ve içten duruşları içini doldurur, samimiyetin kokusunu alırdı yapraklarında. Bir papatya, bir buketin içine karışmazdı mesela. Yani papatyalar ne lilyum ne orkide ne gülle, karanfille bir arada sunulmazdı. Çünkü onun bir şahsiyeti vardı. O, yalnız kendi türünden papatyalarla buket olurdu. Bahçesindeki onca çiçek içinde papatyanın yeri başkaydı. Papatya, yalan söylemezdi fallarda. Neyse oydu ona göre sevilenin hali. Hiçbir papatya, seni seviyor dememişti hâlbuki onun kendisini sevmesini en çok istediği zamanlarda bile. Şimdi sevdiğinin gidişinin bir tesellisiydi papatyalar. Her çalan şarkı ona uçar bir balonla, her gerçek yüzüne çarpardı bir faldaki sevmiyorla…


Şimdi sevdiğinden uzak olduğu için bu kadar karanlıktı geceler. Ne çok isterdi unutmanın erdemli yok edişini. Zihin duvarlarına kazıdığı her anı siler, dezenfektan kokusu çekerdi hiç değilse içine hasret yerine. Unutamamayı hazmetmek de zordu. Soran dostlara diyordu: “ Dua edin azizim. Dua… Bizim hatamız değil, sevdiğimizi bile bile gidenlerin hatasıdır.” Diyordu ama içinden taşan sesler bir ormanın rüzgârda uğultusu gibiydi. Zarif ve nahif ruhunun altında esen her yel içinde bir yerleri buz kesiyordu. Doğanın kanunu bu mu diye düşündü. Beklersin. Evini karşısında bir bankta saatlerce evden çıkışını izlersin. Bu bile senin bir şeye ait olmanın bir şeyi benimsemenin işaretiydi. O anları bile seviyordu. Beklediği o parkı, oturduğu o bankı, azizenin gelmediği o dakikaları, ettiği o henüz kabul olmamış duaları… Peşinden saldığı o balonları, seviyor mu sevmiyor mu diye sorduğu o papatyaları… Ona ait her şeyi seviyordu. Kaleminin onun adını yazışını, şiir okurken ona gıyabında seslenişini… Dinlediği her şarkının ondan bahsedişini, ondan vazgeçemeyişini, içinde yaktığı gemilerin limanında yerle yeksan oluşunu… O çok sevmişti.


Şimdi içinden geçen karanlık gecelerin, ölümü andıran terk edilişin ve ona gerçek dost olan papatyaların tesellisi vuruyordu gözlerine. İçindeki zamansız yenilginin dalgaları vuruyordu yaşamının kıyısında ayaklarına. Suçlayamadı onu. En yıkık anında bile suçlayamadı. Adını kötü anamadı. Dua dua büyüttü içinde ve saldı göğe özlemini bir balonun içinde. Kırmızı ama en kırmızı…



Hande İkbal TÜREDİ

Yorumlar