Esra Kahya'dan bir öykü; "BİR POSTER MESELESİ"

 

BİR POSTER MESELESİ


     Fen bilgisi öğretmenimiz Kâmile Hanım, kalbin etrafını saran bir zardan bahsetti. İtiraz edecek oldum. “Zar da neymiş Hoca’nım? Kalp dediğin camdandır camdan.” deyivereceğim geldi. Şayet onun dediği gibi zardan olsaydı kırılır mıydı hiç? Zar dediğin esner, sağlamdır. Ama cam öyle mi ya? Bir dokunuşla tuzla buz. Sonra inceden bir sızı ve yüreğin orta yerinde cam kırıkları batar da batar… Kalbi kırılmak diyoruz buna. Beraberinde hayal kırıklığı… Hep kırılmaya çıkıyor kelimeler. Sahiden de kırılıyor insan, tekrar tekrar…


     Benim ilk kırığım rahmetli anneannemden hatıradır. Bin dokuz yüz doksan üçün nisanıydı. Ortaokula gidiyordum, şişkoydum, yaramazdım, çalışkandım; bir sürü şeydim işte. Ama en güzeli hasta bir Cimbomluydum. Bitime haftalar kala şampiyonluk ilan edilmişti, Metin Oktay Tesisleri eliyle Kaleci Hayrettin’e yazdığım mektuba cevap gelince forsumdan ayaklarım yere basmaz olmuştu. Elimde imzalı Hayrettin kartpostalı ile sokakta kurumlu kurumlu geziyor; bakmak isteyene uzaktan bak, kirlenmesin diyordum. Sarımsak kokulu bir kasabanın direngen çocuklarıydık. Böyle hava cıva işlerine gelemezdik. Sinan dayanamadı bu hallerime:

     - Amma uzattın ha. N’olmuş imzalı kartpostalın varsa. Yarın Sabah Gazetesi tüm takımın imzalı posterini verecek. Feldkamp da dahil. Senin kova kalecine kalmadık. Sana inat sabahın köründe gidip hepsini alacağım, dedi


      Bu blöfü yer miyim? Sen Beşiktaşlısın, n’apacaksın ki Galatasaray posterini, diyerek sırıttım.

      - İyi ya işte hepsini alıp gözünün önünde yırtacağım. Hem takımından hem de senden öcümü alacağım. Aha yapmazsam da namerdim gör bak, dedi.


       Bu cümledeki intikam hırsı beni korkuttu. Sahiden yapar mıydı? Keşke namert olsaydı ama bunu yapmasaydı. O posterden almalıydım, o benim olmalıydı…


       En çaresiz anların kelimesine sığındım ve avazım çıktığı kadar “Anneee!” diye bağırdım. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da Sinan’a tehditler savuruyordum. Sesime sensörlü anneannem balkondan yarı beline kadar sarkarak “Ne oldu kız, kurt mu yapıştı? diye sordu. Bu aşırı sevgi ve empati içeren cümle ile haykırışlarım ulumaya dönüştü. Ağlarken konuşmaya çalışan insanlara özgü bir ormancayla Sinan’ın bütün posterleri alıp yırtacağını anlatmaya çalıştım. Cevaben “Şalterleri mi attıracakmış? Oynamayın sigortalarla vallahi babana söylerim.” dedi ve içeri girdi. Anneannemin az işiten kulağının sebebiyet verdiği bu saçma diyalog Sinan’ı daha da keyiflendirdi ve onun taklidini yapıp herkesi güldürmeye başladı. Posteri alamama korkusuna, incinen gururum da eklenince gözyaşlarımın şiddeti de arttı; kartpostaldan bana bakan Hayrettin’in üzerine damladı ve imzanın mürekkebi ince ince dağıldı. Daha da sinirlendim, sığamaz oldum içime.


     Ağlayarak koştum eve. Tüm apartmanı inleten sesimi annemin duymamış olması mümkün değildi. Mutfakta tezgâhın başında durmuş, hiçbir şey yokmuş gibi soğan doğruyordu. Ve o an hangimizin gözlerinin daha yaşlı olduğuna karar veremedim. Salya sümük içinde Sinan’ın yaptıklarını anlattım. Tencereyi ocağa koyup bıçağı suya tuttu. Ellerini yeleğinin kenarıyla kuruladıktan sonra:

    - Al şu parayı bir kutu salça al da gel dedi.


      Hoppala! Peki ya ben anne. Tüm takım diyorum! Sinan yırtacakmış da diyorum! İmzalı poster anne imzalı… Alır almaz başucuma asacağım. Her sabah gözümü açınca tüm takıma bir “Günaydın” çakıp Küçük Bülent’e ne zaman büyüyeceksin, diye espri yapacağım. O gülemeyeceği için de kendim güleceğim kendime. Sonra da oturup her birinin imzasını taklit edeceğim. Şampiyon takım taraftarı olmak bunu gerektirir. Anne! Kime diyorum?


     Kimseye elbette. Bakkala gidene kadar öfkeyle söylendim kendi kendime. Kapıdan çıktığımda tüm gıcık oğlanlar Necla teyzenin merdivenlerine oturmuş bana bakıp bakıp gülüyorlardı.


     Göreceksin sen gününü, dedim Sinan’a. O da bana nanik yaptı. Dur hele salçayı alıp geleyim iki çift lafım var, dedim. Yolda düşünürdüm nasıl olsa o iki çift lafı, o an aklım posterdeydi. Köşedeki bakkalın kapısını açtım, küçücük bir dünya. Param artarsa Tombi alırım, diye düşündüm ama ablamla paylaşmak istemediğim için vaz geçtim. Gürsel teyze de içerdeymiş. O kalın sesiyle bana n’aber deyince birden irkildim. Omuz silktim sadece, hiç manasında. Sonra Ali amca ona “İçme şu zıkkımı.” dedi. O da “Aman Ali ölmeyecek miyiz, sen bari karışma.” diyerek bir afra tafrayla Maltepe’yi çantasına attı ve ağır adımlarla çıktı. Ali amca beni ilk kez görüyormuş gibi yüzüme baktı. Gözler şiş, burun da keza dolmalık biber gibi.

    - Salça alacağım Ali amca, dedim. Dayak mı yedin, dedi gülerek. Sakın! Beni kim dövecekmiş? dedim çalımla. Ufak bir poster meselesi ama hallederim.


     Anlamadı haliyle. Hanife sokaktaysa söyle de yanıma gelsin, dedi. Bir kafa hareketi çaktım. Elimdeki bir kutu salçanın içine tüm takımın imzasını doldurup annemin kafasında aşağı dökme planları yaptım. Beni dinlemediği için çok kızgındım ona. Poster meselesi hallolunca affederim belki onu, iyi kadın aslında. Ben de az sopalık değildim de neyse. Önce şu işi halletmek lazımdı. Yarın sabah erkenden evden kaçıp gazeteciye gitsem posteri alsam ve kimse uyanmadan eve dönsem? Mümkünatı yok anneannem zombi gibi her daim uyanık. Ablama kimseye söyleme desem de anlatsam zaten yedi düvel duyar. Hem o bana yardım edince ilk kavgada bunu yüzüme vuruyor. Onu da geç. Bir hal çaresi olmalı elbette. Ama ne?


    Derken… Yeşilçam filmlerindeki ağır çekimlerin içinde buldum kendimi. İşte hâl çarem karşımda duruyordu. Hacı Murat’ı apartmanın önüne çekmişti ve elinde üç somun sıcacık ekmekle beni bekliyordu. Bu denli yakışıklı bir adama Saddam lakabı pek yaraşmasa da benziyor muydu sanki, biraz?


     Al şunları, talimatıyla ekmekleri aldım. Baba bana yarın gazete alır mısın, diye babamın yorgunluğu ve açlığının arasına sıkışmaya çalıştım ama “Bakarız.” cümlesindeki savsaklamanın ağırlığı beni durdurdu. Yemekten sonra söylerdim ve alırdı. Alırdı değil mi?


    Eve çıktım. Ablam evde yoktu. Elif ablaların bahçesindeymiş. İçimden gelmedi onların yanına inmek, tipik geçn kız muhabbetleri. Aşk meşk işleri falan.  Hem ben kederliydim, düşünceliydim ve benim için hayat memat mesesi olmuştu bu poster. Anneannemle ortak kullandığımız küçük odaya gittim. Biraz uzanıp plan yaparım, diye düşünürken odadaki bütün leğenleri yere boşaltıp koklama yöntemiyle kirlilerini ayıran anneannemi görünce vaz geçtim. Bu işin sonu bana patlayacak hissiyle salçasına kavuşan ve o an için tek derdi önümüze akşam yemeği koymak olan anneme de bulaşmama kararı aldım. Sonra ses geldi. Hep gelirdi o ses. Babam eve girmeden sesi girerdi. Hep bağıran, yüksek yüksek konuşan bir adamdı.


      O ses yemeği sordu. Birazdan yanıtını aldı. Ses kızdı. Bu saate kalır mıydı hiç. Ses anlamadı. Karısının öğretmen olduğunu, üç çocuk ve bir anneyi idare ettiğini, bir de üzerine evin sorumluluğu yüklendiğinde nasıl da yorulduğunu göremedi. Sesin Saddam’a benzerliğinden çoktu karısının Müjde Ar oluşu. Ama Müjde Ar’a da benzesen o sofra kurulacaktı otuma odasının orta yerine…


     İşte tam da bu amaçla çağrıldım. Esra, ablana çağır da sofrayı kurun!


     Ablamı çağırdım. “Sen yap, ben yap” diye itiş kakış sofrayı da kurduk. Yedik içtik de. Gergindim ve babamı gözetliyordum. Elini gömleğinin yaka cebine atınca anladım, balkonda sigara içecekti. Onun peşinden gittim, karşısındaki sandalyeye oturacaktım. Fazla cüretkâr buldum bu hareketi. Göz teması kurmayı sevmeyen babalardandı, ondan ötürü yanında dikildim. O karşıya doğru baktı, ben de balkondaki saçma çiçeklerle konuşuyormuş gibi yüzümü onlara döndüm. Son şansımdı. Poster gidecekti ve ben onu çok istiyordum.


      Anlattım o gün olanları. Söz veriyorum baba başka hiçbir şey istemeyeceğim, diyerek son vuruşu yaptım.


      Kalıplaşmış bir çocuk cümlesi. İkna gücü yüksek. Gerçeklik payı sıfır.


      Ama işe yaradı. Tamam, dedi babam. Akşam gelirken getiririm. O an ona sarılabilmeyi istedim. Ama sarılmayı sevmeyen babalardandı…


     O gece uyuyamadım. Hem heyecandan hem de yarım saatte bir kalkıp evin içinde gezeleyen, “ah dizim!” diye inleyen anneannem yüzünden. Kıyamadım ovayım mı, diye sordum ama yok istemem, dedi tersledi.


      Sabahı zor ettim. Babamın sesi kendinden sonra gitti evden. Çocuk ağlıyor, cümlesi asılı kaldı evin sessizliğinde. Kimse duymadı havadaki cümleyi, annem de duymadı. Yorgundu, o hep yorgundu. Düşündüm de en çok anneler uyumalıydı. Ben de kalktım kardeşimle ilgilendim biraz. Kucağıma alınca sustu zaten. Kalp sesi duymak bebeklere iyi geliyor olmalıydı. O uyuyunca beşiğine koydum. Allah’ım akşama daha on iki saatten fazla vardı.


      Bekleyen insana zaman bile gıcık davranıyordu sanki. Zaman insandan önceydi, güçlüydü ve acımasızdı. Geçemedi bir türlü. Gün boyu heyecanlı ve gergindim. Hanife Burculara gidecekmiş, beni de çağırdı. Gitmedim. Ablam sarı yatak örtüsünden pelerin yapıp raid sineksavar oldu, gülmedim. Anneannemin yumağı dolaşmış, çözmedim. Bütün gün saksı gibi oturdum balkon kenarında. Aşağıdaki sinir bozucu oğlanlara ters ters baktım. Aldın mı posteri, diye sordu Murat gülerek. Babam getirecek akşam dedim. Güldüler, hı hı bulursun, dediler. Gözlerim doldu. Odama gittim ve ağladım, ağladım.


     “İhtimaller” yazıp iki nokta üst üste koydum ve tek tek yazdım.


İhtimaller: 1-Babam gazete almayı unutacak. 2-Babam gazete bulamayacak. 3-Çünkü hepsini o uyuz alacak. 4-babam gazete alacak ama içinden poster çıkmayacak. 5 ve en güzeli- Babam gazete alacak, içinden poster çıkacak ve o uyuz gününü görecek.


     Son yazdığım beni çok mutlu etmişti. O cümleye tutunmak istedim. On bir yaşındaydım. Ve sadece imzalı poster istiyordum. Gazete alt tarafı beş bin liraydı, iki ekmek parası. Ekmek karın doyuruyordu tamam ama bu da kalbimi doyuracaktı. Hem ne demiştim, bir daha bir şey istemeyecektim ki zaten… Gün boyu yattım. Ben yatarken kapı çaldı, bebek ağladı, anneannem namaz kıldı, Beyza teyze geldi, evde kahve koktu, ablam sinirimi bozdu, yemek pişti. Daha da pişti. Sofra kuruldu.


      Ve nihayet babam geldi. Arabanın sesini duyar duymaz balkona fırladım. Bir elinde poşetler vardı, diğerinde üç ekmek. Tamam ekmektir, nimettir. Olsundur… ama ya gazete? Posterim nerede? Balkon ayaklarımın altından çekilir gibi oldu. Güçlükle kapıya gittim. Beni görünce al şunu kolumun altından düşecek şimdi, dedi.


      Allah be! Almaz olur muyum aslanım babam! Sevinmek kanatlı olsaydı Metin Oktay’a kadar uçardım o vakit. Sevinenin yaşı olsaydı ben hep on birde kalırdım. Sevinmek buydu işte lan, bu posterdi. Doğruca odama koştum. Yemek falan umurumda değildi. İyi ama bant? Lanet olası bant yoktu. Anneme sordum, ne yapacaksın bantı, dedi. Heyecanım izaha gerek duymayacak denli çoktu. Hem de soruya soruyla cevap verenler sinirimi zıplatırdı. Sinir olamayacak kadar mutluydum ve madem öyle sıvı yapıştırıcıyla hallederim, dedim. Nimetten saydığım on bir dev adamın kuşe kâğıda baskılı posterini önce öptüm, sonra da başucuma yapıştırdım. Biraz eğri gibi geldi uzaktan bakınca ama yok ya, her türlü güzeldi canına yandığım. Alelacele yemek yedim, hemen odama kapandım. Önümde resim defterimle bütün oyuncuların imzasını taklit etmeye giriştim. Hamza’nın imzası en kolayı idi ama Tugay’da çok zorlanıyordum. Kuyruğu bir türlü olmuyordu. Ben oflayıp puflarken aziz anneannem girdi odaya. Saçlarının dörtte birini mesh etmek yerine komple yıkamış gibiydi, bembeyaz saçlarından terli sular damlıyordu. Eteği arkasına sıkışmıştı, altından görünen iç donuyla kavgaya tutuşmuştu. Asıl kavgası yaşlılıkla idi aslında. Ağrıyan dizinden, günde beş vakit sızıyla kıldığı namazlarla bile durduramadığı bu çöküşten şikayetçiydi. Ve şikayeti en yüksek mercie idi.

      -Git dışarda çiziktir. Namaza duracağım, dedi.


       Zaten Allah ile kul arasına girmeye de niyetim yoktu. Namaza duran anneannem namazdan geçinceye kadar pek tabi yarım saat oyalanabilirdim. Tugay’ın bir türlü olduramadığım imzasına son kez göz ucuyla bakıp dışarı çıktım. Mübarek ninemin namazı bir türlü bitmiyordu. Uykum da gelmeye başlamıştı ki odanın kapısı açıldı.


      Neşeyle zıpladım yerimden. Herkes televizyona kilitlenmiş, kahkahalar eşliğinde Yasemince’yi izliyordu. Ve ben kimsenin umurunda olmayışıma sevindim. Kendi halimde olmak büyük lükstü bu evde. Odama girdiğimde önce keskin bir ter kokusu karşıladı beni. Doğruca karşıdaki camı açmaya gittim. Yine bir ağır çekim sahnesi! Camı açtım, yüzümü döndüm ki posterim yerinde yok.


      İşte o an. Hani en başta bahsettiğim kırılan camlar ve etime batan cam kırıkları… İnce ve keskin bir sızı duydum. Kalbimin olduğu yerden içime doğru bir acı akıyordu. Bir şeyin kendisi yokken acısı nasıl bu kadar keskin bir şekilde var olabilirdi? Duvarda iğrenç bir yapıştırıcı izi ve Kaleci Hayrettin’in gözleri kalmıştı. Bu kısık gözlerde halime acımışlık sezdim, bir miktar da yakınlık… Sonrası malum, yine çığlık.

     - Anneanne posterime ne yaptın Allah aşkına? Neden yırttın onu?

     - Ya ne yapsaydım? Resim olan odaya melek girmez diye kaç kere dedim ben sana. Yırtana kadar canım çıktı zaten, neyle yapıştırdıysan her yerime bulaştı. Çıkmak da bilmedi. Senin yüzünden kabul olmuyor dualarım, sürekli elin adamlarını yapıştırıp duruyorsun sağa sola. Melek mi barınır o odada?

     - Hadi bakalım o zaman. Bak bu odada resim mesim yok, dedim.

 Döndüm sağımdaki meleğe:

      - Lütfen melek, anneannemin az evvel kıldığı yatsı namazını kabul ettirme!


ESRA KAHYA


Yorumlar

Yorum Gönder